Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin Follow my blog with Bloglovin

23 Eylül 2014 Salı

Ali Bulaç Mantık Ekolü ile "Kardeş Katlinden Hükumet-Cemaat Gerilimine Giriş" Dersi


     Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, 22 Eylül 2014 tarihli makalesinde enteresan tespitlerde bulunmuş! Bu makale üç kısımdan müteşekkil: Birinci kısımda, cahiliye devrinde kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini ele almış. Bu meselenin meş'um yüzünü takdim ettikten sonra ikinci kısımda Osmanlı Devletinin “nizam-ı alem için kardeş katli” meselesine girmiş. Bu işi, cahiliye devrinin meş'um uygulamasına benzeterek lanetlemiş. Makalenin üçüncü kısmında da kendi hastalığı ve sağlık vaziyeti hakkında okuyucularını bilgilendirmiş ve dua edenlere teşekkür etmiş.
     Ali Bey'in bu makalesinin birinci ve üçüncü kısmı ne kadar manalı ise ikinci kısmı, yani Osmanlı'nın siyaseten katl meselesini, günümüz Türkiyesindeki meseleler ile alakalandırılan kısmı da, bir o kadar manasız olmuş. Ali Bulaç şöyle yazmış:
"... Sayılan sebeplerle kız çocuklarının öldürülmeleri nasıl cinayet ise ileride devlete talip olur, iktidar kavgaları devletin bölünmesine sebep olur, diye çocuk yaştaki şehzadelerin öldürülmeleri de cinayettir. Muhtemel bir suçun cezası peşin verilmez. Bir şehzade potansiyel olarak hanedana ortaktır ama fiili olarak tahta geçip geçmeyeceği, buna istekli olup olmayacağı belli değildir. Tahakkuk etmemiş bir suçun cezası, suçun potansiyelini taşıyan kişiye, daha kundakta iken, hukuken mükellef bile değilken çocuğa ödetilemez. Şehzadeler arasında iktidar kavgaları yüzünden devletin bölünme tehlikesini bertaraf etmenin yolu birkaç kadından onlarca çocuk doğurup boğdurmak değildir. Bu tehlike, padişah bir hanımdan veya cariyeden bir erkek çocuk doğduğunda bir daha çocuk olmaması için şer’i tedbir alması yani gebeliği mesela azl yoluyla önlemesiydi".
    Bulaç'ın, “kardeş katli” uygulamasına bu bakışı ilk değil ve elbette son da olmayacaktır. Zira buna benzer ifadeleri, yani şehzadelerin bu şekilde katl ile, muhtemel siyasi huzursuzlukların dışına ihraç edilmesinin şer’i hukuk ile meşrulaştırılmasının zor olduğunu, devrin Osmanlı Ulemasının bir kısmı da ileri sürmüştür. Ancak devletin salahiyetini elinde tutan Sultan ve Vüzerasına müsteşarlık yapan ulemanın ekseriyetinin içtihadına göre, "siyaseten katl" devletin yani ümmet-i Muhammed’in selameti için tek tercih olarak görülmüş ve şehzade katli de böylece bir müddet tatbik edilmek üzere kanunlaştırılmıştır. Burada hareket noktası "umumun menfaati için hususun menfaati feda edilebilir" fetvası olmuş ve bu içtihat ile amel edilmiştir. Her ne kadar şehzade katlini hatalı bulan ulema olsa da, bu işin son derece faydacı (pragmatik) olduğunu tecrübe ile müşahede etmiş olan daha geniş ufuklu ulema ve vüzera sınıfı yukarıdaki fetva mucibince siyaseten katli gerçekleştirmişler ve böylece devletin iç siyasetindeki istikrarını yüzlerce sene sürdürebilmişlerdir. Bu minvalde birincisini ileri sürenler yani bu katl işini hatalı bulanlar olabilir ancak bunların dar ufuklu olduklarını rahatılıkla söyleyebiliriz. Eğer Osmanlı Devleti, bugün Ali Bulaç ve bazı dar ufuklu fakat “alim görünümlü” felsefecilerin dile getirdikleri gibi düşünen ve fetva veren ulemanın elinde olsaydı, muhtemelen altı asırlık dev bir tarihten bahsedemezdik. Belki en fazla Abbasi Devleti gibi iki asrı ancak aşabilmiş bir Osmanlı Tarihinden (1300-1550) dem vururduk. 1550'de taht kavgaları ile meşgul olan Osmanlılar, Vatikan Kilisesinin tertip ettiği Haçlı Seferleri ile Anadolu'da mağlup olup, tarihe karışacaktı ve yerine muhtelif devletler kurulacaktı. O zaman Ali Bulaç bu makaleyi bugün Kırgızistan'da bir gazetede bile yazamayacaktı. Haçlı Seferleri ile Anadolu'dan sürülen Müslüman Türkler, muhtelif coğrafyalara dağılacaktı ve Orta Asya'ya dönenler, Arap ülkelerine dağılanlar ve Anadolu'da zorla Hristiyanlaştırılanlar olmak üzere, alternatif bir tarih yaşayacaklardı.
     Tabii ki olmamış olanı "olacaktı" diyerek yazmak tarih değildir, ilmi de değildir. Dolayısıyla, yukarıdaki ifadelerle dikkat çekilmek istenen aslında, Ali Bulaç'ın ifadeleridir. Kardeş katli ile devletin çökmediği ve asırlarca yaşadığı bizim iddiamız değildir, bu bir vakadır. Ancak Bulaç, "Bu tehlike, padişah bir hanımdan veya cariyeden bir erkek çocuk doğduğunda bir daha çocuk olmaması için şer’i tedbir alması yani gebeliği, mesela azl yoluyla önlemesiydi" diyor. Yani siyaseten katl icra edilmeseydi de Osmanlı Devleti, iç karışıklıklarla yıkılmayabilirdi demek istiyor. Yani kardeş katli icra edilmeseydi, Osmanlı Devleti çökmeyecekti demiş oluyor. O halde, olmamış şeyi nasıl olacakmış gibi okuduğunu kendisine sorarız. Yok eğer muradı, "devlet çökerse çöksün, ekseriyeti kurtarmak için az da olsa bazı insanları katletmek daha mı iyi" gibi bir ifade ise ve bu siyasi katl işini, cahiliye devri katl işine benzetiyorsa o zaman kendisine şunu söylemekten başka çare kalmaz: Ali Bey, bir şehzadenin katli, bir harbin çıkmasına mani olduğunda, yani bir katl ile bin katle mani olma imkanına dair tercih hakkınız olduğunda, siz hangisini seçersiniz? Herhalde “bir kişi için bin kişinin canıı feda olsun” tarzında bir yaklaşımı olmazdı. Yok “benim anlatmak istediğim başkaydı, beni yanlış anlayıp yanlış mütalâa ediyorsunuz” derseniz, yani bir Padişah'ın bir erkek çocuk sahibi olduktan sonra başka çocuk için “herhangi bir teşebbüste bulunmaması” gibi bir tedbir ile bu mesele halledilirdi demek istiyorsa, kendisine şunu hatırlatmak lazım: Eskiden doğan çocukların en az üçte biri vefat ederdi. Osmanlı hanedanında, katl edilmeksizin vefat eden çocukların sayısı, siyaseten katl edilenlerle kıyaslanamayacak kadar fazladır.
    Ali Bulaç, Kanuni'nin müsteşarı olsaydı ve Padişah, bir erkek evlada sahip olduktan sonra, Bulaç'ın teklifine uyarak başka bir erkek evlat sahibi olmasaydı, bu şehzade beş yaşındayken soğuk algınlığı veya başka bir sebeple vefat etseydi, Padişahın da bir daha erkek evladı doğmasaydı ve yeğenleri arasında tahta geçecek bir erkek olmasaydı (ki buna benzer bir vaka mevcuttur) kendisine ne tavsiye ederdi? Şöyle bir şeyler mi acaba: "Haşmetlü Padişahumuz Hazretleri, müsterih olunuz. Bu vaka bize göstermektedir ki artık liberal demokrasiye tiz geçilmelidür. İzn-i hümayununuz buyrulursa Devlet-i Aliyye'nin tüm beldelerine fermanınız irsal eyleyüp cümle vilayetlerinizde sanduklar kurdurup halkın iradesine geçile. Naçizane tavsiyem, liberal demokrasiye geçelüm ve dahi devletimiz bundan böyle Padişahını halkının doğrudan tercihi ile tayin etsin!"
     Ali Bulaç ya günümüzün Osmanlı aleyhtarı dizilerinden çok müessir oldu veya Cemaat-Hükümet mücadelesi cereyan ederken, Zaman Gazetesinde muharrir olduğu için, tarihi vakaları günümüz meselelerine alet ederek yeniden yorumlamak mecburiyetinde hissetti kendini. Yazının devamı, ikinci şıkkı daha çok kuvvetlendiriyor gibi... Nitekim şöyle devam etmiş:
"Devletin bekası için evlat veya kardeş katli, siyasi kültürümüze ‘devletin her türden hukuk dışı müdahalesi’ni makbul ve mümkün yol gösterilmesini sağlamıştır. Hâlâ bunun acısını çekiyoruz. Devletin bugün de süren hukuk dışı uygulamaları, süren töre ve namus cinayetleri Müslümanların tarihte Kur’an’a göre amel etmediklerini göstermektedir".
     Bu cümleleri neşrettikten sonra, kendisi ya da gazeteden herhangi bir editör, bu satırları okudu mu acaba? Bunlar, gerçekten düşünerek kaleme alınan ifadelere hiç benzemiyor... hatta Cem Yılmaz'ın deyimiyle “beyinle yazılmayan sms sınıfı”na dahi giriyor olabilir! "Hala bunun acısını çekiyoruz" da ne demek? Osmanlı Devleti, bugün gazetesinde yazdığı cemiyetin ittifak ettiği CHP’nin babaları olan İttihatçıların eliyle becerilerek tüm müesseseleri ve esaslarıyla tarihe gömüldü. Bugün bazı sıkıntılar yaşıyorsak hukukî eksikliklerden ötürü yaşıyoruz. Demokrasi diyoruz, demokrasi darbeleri yiyoruz. Hukuk diyoruz, hukuk darbesi yiyoruz. Bunlar Osmanlı'nın yol açtığı sıkıntılar mıdır? "Devletin bugün de süren hukuk dışı uygulamaları, süren töre ve namus cinayetleri Müslümanların tarihte Kur’an’a göre amel etmediklerini göstermektedir" cümlesi ne büyük bir cinayettir. Siyaseten katl bile bu cümlenin yanında daha az dehşetli görünüyor. Devletin bugün hukuk dışı bir uygulaması varsa bu "laik" olduğunu iddia ederek tuhaf bir düzen kurmaya çalışmış olan düzensiz devletin meselesidir. Ve bu devletin şartlarında icra edilen kirli siyaset, Müslümanların tarihte Kur’an-ı Kerime göre amel etmediklerini göstermez. Bulaç köşesinde, “devletin bugünkü hukuk dışı uygulamalarında gazetesinde yazdığım cemaatin yol açtığı bazı sıkıntılar vardır” diye yazabilir mi? Bugün tarafında yer aldığı cemaatin, ittifak halinde olduğu İttihat ve Terakki'nin torunlarının, son yüz senedir bu topraklarda yol açtığı yaraların, günümüz sıkıntıları üzerindeki doğrudan tesirlerini yazmak yerine, “tarihte Müslümanların yaptığı hatalar bugün devletin karar alma merkezlerinde hala devam ediyor” gibi iddialar ileri sürmek hangi akla hizmettir... sahi... bu ne “HİZMET”tir?
     Başbakan Ahmet Davutoğlu, “bekası için kendi çocuklarını feda eden bir devletin torunlarıyız” mealinde bir ifade kullanmıştı. Ali Bulaç, Bu ifadeye bakarak, “Hükumet cemaati siyaseten katl ediyor, Osmanlı'nın yaptığı hatayı bugün de benzer anlayışla bu iktidar cemaate karşı işliyor” mu demek istiyor acaba?
    Ali Bulaç'ın ve onun gibi düşünenlerin bilmesi gerekir ki; Osmanlı, siyaseten katli, hain şehzadelere karşı icra etmedi. Henüz suç işlememiş olan kendi çocuklarını, devletin ve milletin bekası için, büyük tarihi tecrübelere dayanarak katletti. Bu siyasetin, devletin bekası için çok faydalı olduğu ortada olsa da, bazı “Romantik Felsefeciler” bu siyasetin hatalı olduğunu söylüyor. Nitekim bazı ulema da bunu söylemişti. Diyelim ki bu bir “içtihat” meselesi, farklı düşünülebilir. Ancak bu tarihi vakayı, bugünkü Türkiye'deki iç çekişmeye alet etmek, ait olunan “mantık ekolü”nün iflası demektir. Türkiye'de şu an, iktidarın hesap sorduğu bir güruh var. Suçları sabit. Suçsuz iken siyaseten katle uğramıyorlar. Bir cemaatin savcıları, Adliye binası önünde basın mensuplarına bildiri dağıtıyorsa ve bu mensuplara dokunulduğu zaman o cemaat feryad-u figan eyliyorsa, bu bir ispattır. “Tape”leri en fazla cemaat manşet yapıyorsa ve bazı polislere dokunulunca, en fazla cemaat haykırıyorsa bu bir delildir. Bunlar halkın gözü önünde cereyan ediyor. Halkın seçtiği iradeyi, halka rağmen indirmeye çalışanlar, şehzadeler kadar masum değildir. Şehzade katlinin tenkit edilmesini, katılmasak bile anlarız ama günümüz Türkiyesinde bazı insanlara dokunulmasını, siyaseten katle benzetmeye çalışmak, sonra da “bugünkü Müslümanların hataları tarihi köklerinden geliyor” demek, çok fazla “cemaatçi” bir zorlama olur (Ali Bulaç'ın fazla cemaatçi takılmadığı biliniyor olsa da). 
     Ali Bey! Kanuni’nin idare etmediği bir devlette, Kanuni’yi cinayetle itham etmek kolay, Tayyip Erdoğan’ın cinayet işlemediği bir ülkede, mevcut olan huzurlu ortama güvenerek onu hedef almak kolay. Ama hiç affetmeyen bir cemaatin gazetesinde, o cemaati, zerre miktarı tenkit etmek hiç de kolay değil öyle değil mi?

     Neyse... bu yazıyı "rahatsızlığına" veriyor ve "geçmiş olsun" diyoruz!


14 Eylül 2014 Pazar

Ermeni Soykırımı İddialarına Okyanus Ötesinden Rasyonel bir Yaklaşım: Justin McCarthy


     Birinci Dünya Savaşının başlangıcının 100. yılını geçtik, Ermeni Tehcirinin 100. yılına doğru hızla yaklaşıyoruz. Ermenilerin büyük yaygaralar koparıp, duygusal nutuklar ve etkin çalışan lobilerle, dünya kamuoyunu, Sözde Ermeni Soykırımına çekmek isteyecekleri gayet aşikar. Hiçbir delile dayanmadan, Osmanlı İmparatorluğunu, tarihin vicdanında “soykırım” yapan barbar bir devlet olarak gösterme faaliyetleri zaten uzun zamandan beri devam ediyordu. 2015 yılında ise katlanarak devam edecektir.

     Ermeni Meselesi ile ilgili bir şeyler izlemek ve okumak isterseniz, Justin McCarthy ismine
Prof. Justin McCarthy
rastlamanız çok muhtemel. Lousville Üniversitesinde Tarih Profesörü olan McCarthy, aslında bir demograf. Ancak 1. Dünya Savaşındaki kayıpları incelerken, Osmanlı Devletindeki inanılmaz rakamlar dikkatini çekiyor ve Osmanlı nüfusunun, kaybedilen topraklarla birlikte geri çekilirken yaşadığı kayıpları ve dolayısıyla, meşhur Ermeni Soykırımı iddialarını da incelemeye alıyor. Kendisi, verdiği çeşitli konferans ve panellerde, Ermenilerin “soykırım” dediği hadiseleri tarafsız ve uzak bir gözle bakarak masaya yatırıyor ve aşağıda, kabaca sıralayacağımız görüşlere yer veriyor:

     * Tarihçi McCarthy, evvela “soykırım” kelimesinin muğlak birkaç tanımından, en genel geçer olması muhtemel olanların kaideleri üzerinden şu iki soruyu soruyor: a) Osmanlılar, Ermeni Halkını toptan yok etmek için karar aldı mı? b) Ermeniler, tamamen savunmasız ve masum muydu?

     * Batı Dünyasına giden haberler, ya Türk düşmanı olan ve tarafı belli olanlar kişilerden ya da doğrudan doğruya, Anadolu'ya yayılan Misyonerler vasıtası ile idi. Amerika Birleşik Devletleri basınında yer alan haberler de ya İngiliz Basınından ya da Boston'dan (yani Anadolu'da o sıralarda cirit atmaya başlayan Misyonerlerin merkezinden) geliyordu. İngiliz Ermeni Cemiyeti de, zaten yanlı gelen bu haberleri çok iyi kullanıyordu ve lobi faaliyetleri yürütüyordu. Kaynaksız verilen bir sürü haberde Türkler, zalim, kan dökücü, öldürmekten zevk alan kişiler olarak resmediliyordu.

Ermenilerin hak iddia ettiği altı il
ya da Vilayat-ı Sitte
     * Justin McCarthy'ye göre, Osmanlı Devleti, Ermeni halkı bulunduğu yerlerden sürmek için aldığı karar tamamıyla rasyonel ve yerindeydi. Çünki Ermenilerin kurduğu çetelerin en meşhurlarından olan Hınçak ve Taşnak Cemiyetlerinin manifesto ve çalışma programlarında, “silahlı kuvvet kullanarak” devlet kurma düşüncesi gayet açıktı. 1890'larda, çok sayıda Ermeni Ayaklanması, Adana Bölgesinden, taa Kuzeydoğu Anadolu'ya kadar olan alanda yaşandı. Bu isyanların çoğunu Hınçak denilen ve Milliyetçi bir motivasyonla hareket ettiği halde, ideolojik olarak Sosyalist bir yapı olan komita gerçekleştirdi. Yüzyıllardır Osmanlı tebaasından olan Ermeniler, Rus İmparatorluğunun Kafkasya ve hatta Doğu Anadolu'ya yayılması ve "Milliyetçilik" fikriyatının, var olan çok uluslu ve çok dinli İmparatorlukları içeriden kemirmeye başlaması ile birlikte, bağımsız devlet hayallerini "vur-kaç" taktikleri uygulayan gerilla grupları vasıtasıyla pratiğe dönüştürmeye çabaladı. Bu gerillalar, istedikleri zaman Rus topraklarına girip, parasal ve lojistik destek alıyorlardı. Ermeni komitaları 19. yüzyılın sonlarında ve gelen yüzyılın hemen başlarında, Doğu bölgelerinde terör estiriyordu. Bunlar, çoluk çocuk demeden, baskın yaptıkları yerlerdeki kaçmayı beceremeyen her Müslümanı öldürüyordu. Taşnak Cemiyeti, Rusya'dan sürekli silah ve cephane getiriyordu. Osmanlı İdarecileri, bunların ne manaya geldiğini çok iyi biliyordu elbette. Alınan "tehcir" kararının en mühim sebeplerinden biri buydu.

     * 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı başlar başlamaz, Ermeniler hemen, Rusya Devletinin gönüllü birer casusu ve ajanı oluverdiler.

      * Ruslar, Kafkaslara ve Doğu Anadolu'ya indikten sonra, yüzyıllardır Müslüman olan yerleşik nüfusu hemen sürmeye, onların boşalttığı yerlere de, "daha yakın" sandıkları Ermenileri yerleştirdi. Dolayısıyla bugün, “Ermenistan” diye bilinen ülke, çoğunluk olan Müslümanların sürülmesi ve Ermenilerin o bölgeye yerleşmesi temeline dayanır..

     * McCarthy, Ermenilerin isyanlar düzenlediği bölgelerdeki nüfusu inceliyor ve bu bölgelerin hiçbir tereddüde yer bırakmayacak derecede Müslüman ağırlıklı (ortalama olarak %80'e karşı %20 gibi bir oran düşünün) bir yapıda olduğunu söylüyor.

     * Adana Bölgesinden 440 bin civarında Ermeni tehcir edilirken, Doğu Anadolu'dan da hemen hemen aynı sayıda Ermeni, herhangi bir tehcir olmadan, Osmanlı Ordusuna yakalanmamak için Rusya topraklarına geçti. Ama bu rakamlardan çok daha fazla Müslüman, Ermeni Çetelerin ve Rus Ordusunun tacizinden kaçmak için daha iç bölgelere hicret etti. Yani her iki taraf da, “zorunlu göç” denilebilecek bir hareketlenmenin içindeydi. Burada mühim olan husus, yer değiştiren Müslüman ahalinin, Ermenilerden çok daha fazla olduğu gerçeğidir.

     * Prof. McCarthy, Birinci Dünya Savaşı başladığında, Doğu Anadolu topraklarında, neredeyse hiç genç Ermeni kalmadığını çünki hepsinin Rus Ordusuna yazıldığını belirtiyor. 

     * Anadolu'nun doğusunda, Ruslara karşı verilen savaşın iki ana cephesi vardı: İlki, Erzurum Anayolu üzerinden giden, diğeri de Van Anayolu üzerinden giden cephe (yani Kafkasya ve İran cepheleri). Bu anayollar hayati öneme sahipti çünki lojistik destek ve yaralı sevkiyatının, bunların dışında yapılması neredeyse imkansızdı. Bu iki cephe, telgraf hattı ile birbirene bağlıydı ve aradaki iletişimi sağlıyordu. Fakat birileri, aradaki iletişimi sağlayan telgraf tellerini kesiyorsa, artık bir iletişiminiz yok demektir. Telgraf tellerini kesen ve gerilla taktikleri ile ortalığı yağmalayan da Ermeni Çetelerinden başkası değildi. Bu çeteler, telleri birçok yerde ve defaaten kesiyordu. Bu durumda da, Osmanlı Ordusu, sadece telegraf tellerini korumak için, cepheden alakasız yerlere asker göndermek zorunda kalıyordu. Ermenilerin, savaş esnasındaki birinci öncelikli gayesi, Rus Ordusuna, her ne şekilde olursa olsun yardım etmekti.

     * Nisan 1915'te Ermeniler Van'ı işgal etti ve ele geçirdikleri yerlerdeki Müslümanları katlettiler (işgal sonrasında ortaya çıkan sayı inanılmazdı: Müslim nüfusun üçte ikisi katledilmişti). Sonra da, Mayıs ayında, Ruslar gelir gelmez, şehrin anahtarını Rus Ordusuna verdiler.

     * Tehcir sırasında sürgün edilen Ermenilerin %20'si açlık, sari hastalıklar sebebiyle ölürken, Rus İmparatorluğuna sığındığını sanan ve Ruslar tarafından zerre umursanmayan Ermenilerin neredeyse %50'si açlık ve hastalıklar sebebiyle öldü. Yani, kendi istekleri ile sığındıkları ülkenin sınırları içindeki ölüm oranı, Osmanlı İdarecileri tarafından tatbik edilen tehcir sebebiyle yaşanan ölümlerden, oran olarak çok daha fazlaydı.

     * İşin en enteresan kısımlarından biri, Osmanlıların, Ermenileri katledenleri mahkeme karşısına çıkarmaları ve bu fiillere karışanları idam etmiş olmalarıdır (asılanların sayısı McCarthy'ye göre 2000 civarındadır ve asılanlar arasında bir de vali vardır).

     * Osmanlılar, büyük şehirlerinde meskun bulunan Ermenilere hiç dokunmadığı gibi, onların da aklına bu toprakları terk etmek gelmemiştir. Adolf Hitler'in, Berlin'deki Yahudilere, “Burada takılın size zarar gelmeyecek” dediğini bir düşünsenize!

     * Netice olarak Justin McCarthy, başta sorduğu suallerin cevabını veriyor:
Soykırım olması için gereken donelerden biri, “tamamen savunmasız” olmaktır. Ruslara her türlü yardım ve yataklık yapan, kendi topraklarında isyanlar çıkaran, çeteler kurmak suretiyle “gerilla” savaşı yürüten ve masum Müslim sakinleri katleden Ermeniler, “tamamen savunmasız” olmaktan fersah fersah uzaktı.
Soykırımın ikinci olmazsa olmazı, “bir topluluğu yok etmek niyetinde olmak”. Sürgüne gönderilenlerin çoğunluğu (ki neredeyse %80 gibi bir sayıdır) bu sürgünden sağ kurtuldu. İstanbul, İzmir ve Edirne gibi şehirlerde yaşayan Ermenilere hiç dokunulmadı. En yüksek ölüm oranları cephedeydi. Osmanlılar, Ermenilere karşı suç işleyenleri mahkemelere çıkardı. Ve son olarak da... “yok etme niyeti”ni gösterecek hiçbir delil yok (Osmanlı arşivlerini didik didik eden İngilizlerin kanıt bulmak için sarf ettikleri üstün çabalara rağmen). 

      Bütün bu bilgilerin ışığında, 1915 yılında yaşanan acı olayları, "soykırım" başlığı altında incelemek, en hafif hali ile dahi "saçmalık"tır.


Aşağıdaki videoda, McCarthy'nin, Orhan Pamuk'un "bu topraklarda bir milyon Ermeni öldürüldü" sözüne verdiği "kapak" cevabı izleyebilirsiniz:



Papa Francis'in, yaşanan olayları, Ermeni Diasporasının önünde "soykırım" olarak nitelendirdiği görüntüleri:


25 Ağustos 2014 Pazartesi

Siyaset Biliminin Mümtaz'er Türköne ile İmtihanı*


Mümtaz'er Türköne
      Mümtaz'er Türköne, bir siyaset bilimci profesör sıfatıyla, Türkiye'nin günlük siyasi meselelerini değerlendirmekte ve aynı zamanda Fatih Üniversitesinde siyaset bilimi dersleri vermektedir. Yeni Şafak Gazetesi yazarı Salih Tuna'nın 8 Şubat 2014’te yayınladığı makalesinde, M. Türköne’nin 2011 genel seçimlerinde AK Parti'den milletvekili adayı olmak istediğini, daha evvel izdivaç ettiği genç talebesinin AK Parti milletvekilliği adaylığı kabul edildiği halde kendisine milletvekilliğinin verilmediğine dikkat çekmiş ve bunu şu sözlerle ifade etmişti: “Bir insan evladı, 'Talebem konumundaki eski eşimi milletvekili yaptığı halde beni milletvekili yapmayan parti kapatılsın' derse, anlaşılır bir durumdur bu.” Görünüşe bakılırsa, talebesi yaşındaki zevcesinin AK Parti’den kabul alıp kendisinin (ki daha sonradan ‘tuzluk’a dönüşme ihtimali fark edilmiş olacak ki) reddedilmesi vakası Türköne'nin içinde AK Parti'ye karşı şahsi bir kızgınlık sebebi olabilmektedir. Ancak, Türkiye'de iktidar mücadelesinin bir tezahürü olarak ortaya çıkan hükümet-cemaat ittifakının zamanla ihtilafa dönüşmesi ile beraber Türköne'nin iktidar aleyhine ifadeleri giderek, içindeki kızgınlığın dışa vurulması şeklinde cereyan etmiştir. Deniz, boğduğu canlıların cesedini işini bitirdikten sonra nasıl sahile vuruyorsa, Mümtaz'er Türköne'yi içinde boğan AK Parti kızgınlığı da, kendisini hükümet-cemaat mücadelesi esnasında sahile vurmuş görünmektedir. Türköne, 17 Aralık öncesinde kaleme aldığı tuhaf makalelerini bu tarihten sonra ayrı bir tuhaflık ile sürdürmektedir. Türköne’nin akademisyen üslubundan kopup, militan bir cemaat-ideoloji üslubu ile ifadeler kullanmaya başlamasını anlamaya çalışan Salih Tuna, 29 Ocak 2014’te şöyle soruyordu: “Acaba...'Kaseti falan mı var? Hem nasıl bir kasettir ki bu, böyle korkunç böyle rezil bir savrulmaya neden olabiliyor?' Acaba...'Eşini milletvekili yapan AK Parti, kendisini (milletvekili aday adayı
olduğu halde) yapmayınca bir kırgınlık mı yaşıyor? Fırsat bu fırsat deyip ödeşmek mi istiyor yoksa?'”.

     Türköne, 30 Mart Seçimleri yaklaşırken ideolojisinin mutaassıp bir müdafii olarak bilim adamı kıyafetini çıkararak iyice darbeciliğe soyundu. Bazı meşhur oyuncu isimlerin “sanat için”! soyunduğunu iddia ederek gündemde kalmaya çalıştıklarına şahit olan Türk halkı, 30 Mart mahalli seçimleri yaklaşırken M. Türköne’nin ‘siyaset ve cemaat için’ soyunduğunu, siyaset bilimi kıyafetinden tamamen çıplak ve uzak kalan bir ruh hali ile 28 Şubat’ın öncü isimlerinden Çevik Bir ile aynı çizgide yazılar kaleme aldığına şahit oldu. Malum, Çevik Bir, 28 Şubat’ı niçin yaptıklarını ABD’de neşredilen bir yayın organında, İsrailli bir akademisyen ile ortak kaleme aldığı makalesinde şöyle ifade etmişti: “Türkiye’yi dincilerin eline bırakamazdık.” (Bir&Sherman, 2002, c.9, n.4) 28 Mart 2014’te, yani mahalli seçimlerden iki gün önce Zaman Gazetesinde cemaatinin ve şahsının duasını dile getiren Türköne şöyle diyordu: “Seçimin erken alınmış bir tek sonucu var: Erdoğan, artık bu ülkeyi yönetemez”. Türköne’nin ruh halini tahlil etmeye çalışmak, tarih ve siyaset bilimi sahasında zaman harcamayı elzem kılmaktadır. “Erdoğan, Türkiye’yi bu saatten sonra yönetemez. Kendini kurtarma telaşında iken nasıl yönetsin?” gibi müdafiî olduğu liberal demokrasi ile izah edilmesi mümkün olmayan ifadeler kullanabilen bu siyaset bilimci yazar, Ahmet Davutoğlu'nun başvekilliğe namzet gösterilmesi akabinde yeni bir takım tuhaf tahliller ile karşımıza çıkmıştır. Türköne'nin 24 Ağustos 2014 Pazar günü neşredilen makalesinde şu ifadeler yer almaktadır:

Modernleşme döneminde Osmanlı ordusunda iki tür subay vardı: Mesleğe nefer olarak başlayıp, gösterdiği yararlılıkla paşalığa kadar yükselen okuması-yazması olmayan “alaylı” subaylarla, Harbiye’den yetişme, sevkü’lceyş bilen, bir topun namlusunun sinüs ve kosinüsünü hesaplayabilen eğitimli subaylar. Erdoğan çekirdekten yetişme bir alaylı, Davutoğlu ise çok iyi eğitim almış ve eğitim vermiş bir mektepli. Biri sezgileri ve içgüdüleriyle hareket ederken öbürünün zihninin gerisinde mutlaka sistemli bir teori işliyor.

   Osmanlı’daki alaylı ve Harbiyeli askerlerin yükselişi ile, günümüz Türkiyesindeki askerî olmayan siyasetçilerin yükselişi arasında bir benzerlik kurulabilir. Ancak aralarındaki büyük farklardan ötürü bu benzerlikler fazla izah edici olmaz. Alaylı veya Harbiyeli kökenden gelen Osmanlı paşaları tayin edilmiş memurlardır, halkın iradesi ile değil devletin zirvesinin müsaadesi ile yükselirler. Erdoğan ve Davutoğlu, devletin müdahalelerine rağmen mücadele ederek bu günlere gelmiş şahsiyetler olup, halkın iradesi ile seçilmişlerdir, tayin edilmiş değillerdir. Türkiye’de yaşayan ve siyaset bilimci olduğunu iddia eden, üstelik derin tarih bilgisine sahipmiş gibi bir tavır sergileyen bir profesör, eğer hala Erdoğan’ı, aklı ile hesap yaparak müfredat hazırlayan bir siyasi deha değil de içgüdüleriyle hareket eden birine benzetiyorsa, onun siyasi dehasında mağlup olmaya mahkumdur ve bu mağlubiyetle daha da hırçınlaşmaktadır. Bu, siyaset bilimini bilmeyen CHP-MHP zihniyetinden farklı bir zihniyet değildir. O halde aynı “çatı” altında buluşmak, bu zihniyetin en layık olduğu yermiş demekten başka yorumu da bizlere bırakmaz. Erdoğan, şu anda dünyanın en ileri üniversitelerinde insan psikolojisi, karşısındakinin gözünün içine bakarak ona söyleyeceğini unutturma ve suçluluk hissettirme, siyasi karar alma, kararlı duruşu ile kitleleri büyüleme, hitap ederken kelimeleri telaffuz etme, basın mensupları karşısında heyecanlanmadan zihnindekileri evde tek başına konuşuyormuş gibi aynı kararlılıkla ifade edebilme, kağıda bakmadan saatlerce konuşabilme ve harika bir hafıza tekniği ile kısa sürede çok şeyler ezberleyebilme hususunda doktora çalışmalarına danışmanlık yapabilecek bir kapasitededir. Eğer fevri davranan bir siyasetçi olsaydı Türkiye şu ana kadar çoktan Suriye ile harbe girmiş, halk sokaklara dökülmüş ve hükumet defalarca düşmüş olurdu. Hatta eğer Erdoğan mühendislik hassasiyetiyle düşünen değil de fevri davranan, aklı ile zeki bir insan gibi davranan değil de, iç güdü ile davranan bir şahsiyet ise şayet, o halde bu tablo M. Türköne için çok daha vahimdir. Çünkü aklını kullanan, profesör olan ve beynelmilel ittifaklara girişerek topyekün hücum edenleri, aklını kullanmadan içgüdüleri ile devirebilmiş ise, karşısındakilerin aklından üstün içgüdülere sahiptir ki bu "fevkaladenin fevkinde" bir hal olur.

halef-selef
   Ahmet Davutoğlu’nun çok iyi bir tedrisattan geçtiği malumdur. Davutoğlu, hayatını bilime vakfetmiş, maddi imkanlara sahip olduğu için para kazanmakla değil ilim kazanmakla ve geri kalmış ülkesinin terakkisine çareler aramakla hayatını geçirmiştir. Doktorasını yaparken dünyayı gezmiş, dünyayı anlamaya çalışmış, meselelerin sebepleri ve özünü idrak ile vakit harcamıştır. Malezya’da siyaset bilimi bölümünü kurmuş, beş sene burada dersler vermiştir. Kâh Mısır’da, piramitlerin dibindeki gölgelerde dolaşan bir doktora talebesi, kâh Uhud Dağının etrafında dolaşarak harbin sevkülceyş vaziyetini ve Müslüman ordusunu muhasara eden Halid bin Velid’in hamlelerini, kâh Ürdün’de ve Suriye’de dolaşarak Arapçasını geliştirmeye çalışan ve buralardaki Osmanlı tarihinin izini süren bir talebe, kâh Uzak Doğulu Müslümanların camilerinde ve üniversitelerinde dolaşan, bu insanları ve mekanların mirasında yatan ruhu anlamaya çalışan bir araştırmacı-seyyah bilim adamı olmuştur. Hatta bunları yaparken çoğu defa ailesini uzun süre ihmal etmek mecburiyetinde kalmıştır. Zira bu işler ailece hep birlikte yapılabilen tütün dizmek, fındık toplamak veya biber doldurarak yemek hazırlama işine pek benzememektedir. Bu esnada Erdoğan’ın mücadelesi İstanbul’da cereyan etmektedir. 1990-95 arasında, Davutoğlu Malezya İslam Üniversitesinde ilmî dersler talim ettirirken, Erdoğan İstanbul’da siyasî mücadele vermekte ve halkın iradesi ile belediye başkanlığına gelmektedir. Davutoğlu, 1995-99 arasında Marmara Üniversitesi’nde dersler verirken, Erdoğan İstanbul’da başlattığı büyük projelerin ve halkın gözünde kazandığı itibarın hesabını vermekte, darbe yiyerek hapis yapmaktadır. Davutoğlu 1998-2002 arasında Harbiye’de dersler verirken, Erdoğan halkın iradesi ve siyasi dehası sayesinde Türkiye’yi değiştirecek iktidara yürümektedir. Bu iktidarın hedefi önce Türkiye’nin belini doğrultmak ve akabinde Osmanlı coğrafyasına inmektir. Bunun için makul isimler tespit edilir. Erdoğan’ın yol arkadaşı Abdullah Gül, Türkiye’nin dış politikasında Ahmet Davutoğlu’ndan istifade edilmelidir diye düşünür. Ankara’dan İstanbul’u arayarak kendisini bu iş için davet eder. Ama Davutoğlu bir ilim adamıdır ve “bilim adamı bu şekilde siyasetçinin ayağına giderse siyasetin emrine girerek ilmî hüviyetini kaybeder” diyerek kibarca cevap verir. Bunun üzerine A. Gül Ankara’dan İstanbul’a gelip, A. Davutoğlu’nu ikna eder ve alıp Ankara’ya götürür. “Komşularla sıfır ihtilaf” siyaseti Yeni Türkiye’nin kısa vadeli bölge politikasında bir kızıl elma olarak, Davutoğlu’nun Türk dış politika müfredatına yerleştirdiği bir idraktir. “Çatışarak, inatlaşarak değil müzakere ederek önce komşularımızla aramızı düzeltmeliyiz” der. Zira komşularımızla yaşadığımız gerilim büyük devletlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Bunu ısrarla anlamak istemeyen çok sayıda “yazar-düşünür” veya (yatar-düşgörür) insanlar ne için tenkit ettiklerini bile bilmeden ahkam kesmeye başlarlar. Önce “Sıfır ihtilaf da nereden çıktı?” derler, sonra Suriye ile vizeler kalktıktan iki sene sonra aynı ülke ile gerilimler başlayınca “Hani sıfır ihtilaf olacaktı, sıfır komşuya döndük, ne oldu?” gibi ifadelerle sırıtırlar ama yerine daha iyisini teklif edemezler. Bir iki sene de olsa sıfır ihtilaf siyaseti işe yaramış, hatta bunu hayalperest bulanlar zamanla buna alışmış ve gerilim başlayınca sanki yüz senedir Suriye ile dostmuşuz gibi Şam ile vizeyi kaldırmayı başaran kişileri kabahatli bulmuşlardır.

     Bu minvalde bakacak olursak, farklı sahalarda mücadele vererek bugün bir ihsan-ı ilahi olarak aynı yolda bir araya gelmiş bu iki ismi kıyaslarken siyaset biliminden uzak tam bir cemaat ideolojisi çizgileriyle tahlil yapmaya çalışmak maalesef bu işlerden anlayanlara karşı saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu noktada basiret bağlanması yaşayan Türköne’nin sözleriyle devam edelim:

Davutoğlu isminin ilan edildiği toplantıda yaptığı teşekkür konuşmasında “12 yıllık restorasyon hareketi”nin devam edeceğini söyledi. Erdoğan “restorasyon”un ne anlama geldiğini, yaptığı işin bir restorasyon işi olduğunu -bu tabiri bugüne kadar hiç kullanmadığına göre- bilmiyor olmalı. Kuvvetli siyasî tarih bilgisi olmayan ve bu tabiri eski eserlerin onarılması olarak anlayan AK Parti kurmayları da Davutoğlu’nun muradını anlayamaz. Fransız Devrimi’ni, Napolyon Savaşları’nı sonrasında Avusturya şansölyesi Metternich’in mimarı olduğu Avrupa Uyumu’nu ve 1815’ten 1848’e kadar devam eden dönemin Restorasyon Dönemi olduğunu bilmeden, Davutoğlu’nun uzmanı olduğu alana ait bu kavrama ne anlam yüklediğini ve dolayısıyla Türkiye’ye nasıl bir yön tayin ettiğini çözemezsiniz. “Van minits”in karşısına “restorasyon”u yerleştirmek, Erdoğan-Davutoğlu farkını anlamak için size bir fikir verebilir. Biri tesadüf eseri yerine oturmuş bir meydan okuma, öbürü ise teorik bir çözümlemenin ve sistematik bir düşüncenin ürünü.

    Erdoğan’ın bugüne kadar yaptıklarının bu topraklarda devlet için Nizam-ı Cedîdi başaran Sultan 2. Mahmud’dan beri yapılmış en büyük restorasyon olduğunu anlamadığını iddia etmek ve Erdoğan’dan daha iyi İngilizce bildiğini gösterme kompleksi ile O’nun “one minute”ü ile alay etmek Salih Tuna’nın M. Türköne ile alakalı yukarıda yer verdiğimiz tespitlerini haklı çıkarmaktadır. 2012’de ekranlarda Ergenekon tutuklularının ateşli müdafiî Ramiz İlker Paşa ile atışırken, “Siz 2. Mahmud mu oldunuz da orduyu kaldırıyorsunuz?” çıkışına cevaben “3. Selim’in ıslahatçı mirasına sahip çıktıklarını, hükümetin Türkiye’yi ıslah ettiğini” dile getiren Türköne, iki sene sonra aynı hükümetin “ıslahat” kelimesinde yatan manadan bîhaber olduğunu iddia ederken, aslında kendisini tekzip etmektedir. Yok eğer 2012’de “ıslahat yapan” olarak hükümeti değil de cemaati kastetmiş idiyse, o zaman Ergenekon Davasını hükümetin değil cemaatin başlattığını itiraf etmiş olur ve bugünkü ifadeleri ile gene tenakuza düşer. Son yazısında, Davutoğlu’nu tayin eden Erdoğan’ı Davutoğlu’ndan “geri” ve “şuursuz” bir idrak seviyesinde göstermeye çalışmak da cemaatin “iktidarla topyekün ihtilaf” siyaseti mucibince olsa gerektir. Nitekim aynı cemaat yakın zaman kadar Gül-Erdoğan mukayesesi yaparak Erdoğan’ı “geri kafalı” göstermeye çalışırken şimdi aynı politikayı Erdoğan-Davutoğlu mukayesesi üzerinden sürdüreceğini ibraz etmiş oluyor. Davutoğlu’nun bu cemaate karşı devleti müdafaa edeceği için tayin edildiğini ilan eden Erdoğan’ın vekili Davutoğlu’nun, siyasi zihniyetini bilen cemaat belli ki O’nu Erdoğan’ın nazarında “kellesi koparılacak” yeni bir Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yapmak istemektedir:

Teorik düşünce her zaman başarılı sonuçlar vermez. Tarihi filozoflar değil politikacılar yapar; her iki nitelik nadiren aynı kişide bir araya gelir. Davutoğlu’nun bugün adı bile unutulan “sıfır sorun” politikasına bakarak onu peşinen mahkum edenler, belki de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı hatırlamalı. Tarihçiler der ki, padişah kellesini almasaydı, Viyana bozgunu sonrası devletin girdiği muhatarayı düzeltecek olan yine oydu. Bin yıllık bir devletin restorasyonunda bu örnekler yabana atılmamalı.

    Günümüzde Türk iç ve dış politikasında cereyan eden tüm çatışmanın temelinde Türkiye’nin “Orta Doğu”daki tüm sahalara hızla giren bir oyuncu olmak istemesinin yattığını anlamaktan imtina eden ‘yatar-düşgörür’ profesörlerimizin sayısı pek de az değildir. Türköne gibi isimler bunun sebebini başka türlü anlamak (veya propaganda yapmak) çabasındadırlar. Onlara göre tüm bunların sebebi Erdoğan’ın “tek adam olma kibri”dir:

Duygusal travmalar unutulur, kırgınlıklar geride kalır. Bugünün keskin düşmanlıkları Erdoğan’ın iktidar tekeli oluşturma ve otokratik bir düzene geçme çabalarının ürünüydü. Yürümeyen yolsuzluk soruşturmaları ve bu soruşturmaları engellemek için uydurulan “paralel devlet hayaleti”, Erdoğan’ın niyetlendiği ama başaramadığı bu otokrasinin finans ayağının ürünleri. Davutoğlu Erdoğan için bu otokrasiyi “restore” eder mi? Davutoğlu’nun restorasyondan anladığı çok farklı. Peki, Davutoğlu kendi otokratik yönetimini oluşturabilir mi? Davutoğlu’nun çok iyi bildiği siyasî realizm, bu ihtimalin imkânsız olduğunu söylüyor. Yakın dönemde siyasette çok ortaklı bir şirketin çoğunluk hissesi olan patronu ile CEO’su arasındaki ilişkiyi takip edeceğiz. Bu ilişkinin biçimini iki taraf değil, piyasa beklentileri belirleyecek.

    Görülülüyor ki, her kötü şeyin müsebbibi Erdoğan olarak gösterilmektedir. Bu vaka, bize tarihi hatırlatmaktadır. Eğer Türköne, Ali Suavi Vakası ile İttihat-Terakki’nin Sultan 2. Abdülhamid Hanı devirmek için dış destekler alarak nasıl çalıştıklarını, “Sultan’ın yolsuzluk yaptığını ve dine aykırı hareketlernin olduğunu” iddia ederek halkı nasıl aldatmaya çalıştıklarını biliyor olsaydı kendisinden bu kadar dar nokta-i nazardan yaklaşımlar geliştirmesi beklenmezdi. Hatta tüm Türk halkının tarihi bilmediğini varsayarak, yeni nesil bir İttihatçı ruhuyla her kötülüğün müsebbibi olarak Sultan’ın iktidarını göstermeye çalışması, cahilliğine verilir, kaale bile alınmazdı. Ancak, M. Türköne’nin Ali Suavi Vakasını çok iyi bildiği ve 1878’deki bu vaka ile günümüzdeki “Erdoğan Düşmanlığı” meselesinin tarihî bir tekerrür olduğunu gördüğünü düşünen birisi olarak iki ihtimale yer veriyorum: Ya koyu cemaat taassubu onu bilerek ve isteyerek yalan söylemeye, yani müfteri olmaya maruz bırakıyor veyahut gene Salih Tuna’ya hak vermek mecburiyetinde kalıyorum: “Acaba kasedi mi var?” Eğer gerçek ikinci şıkta saklı ise masumdur. Allah kurtarsın!

Derkenar: Ali Suavi, şeyh-alim tarzında bir şahsiyet olarak Sultan 2. Abdülhamid’in iki senelik iktidarı karşısında Londra-Paris farmason localarının desteğinde İstanbul’daki siyasi zemini şekillendirmeye çalışan İttihatçı (Genç Türkler) hareketine iştirak etmişti. Darbe sevdasıyla Saray’ı basarak kan akıtmaktan imtina etmemiş olan bu alim! zât, ilmini memleketin bekası için değil, hebası için sarfetmişti. Genç Türkler’in öncüsü Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, Tunalı Hilmi gibi İslâm dininden pek hazzetmeyen isimler ile bu Müslüman-Alim! zâtın aynı iktidara karşı ittifak etmeleri, 2013-2014 senesinde başka isimler ile ama aynı suret dahilinde aynen tekerrür etmektedir. İttihatçıların torunları CHP ile Ali Suavi’nin yerini almış olan alim! bir zatın ittifak ederek aynı iktidara aynı ifadeler ve tekniklerle taarruz etmeleri hayret verici bir tekerrürdür.



*Bu yazı, Zaman Gazetesi yazarı Mümtaz'er Türköne'nin 24 Ağustos 2014 Pazar günü neşredilen makalesine ve genel olarak 17 Aralık sonrası tutumuna bir tenkid mahiyetindedir.