Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: Büyük Hesaplaşma Follow my blog with Bloglovin
Büyük Hesaplaşma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Büyük Hesaplaşma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Haziran 2014 Pazar

Heat Filmi ve Özellikle de Sonu Hakkında

     Chicago'lu yönetmen Michael Mann'in "şaheseri" olarak adlandırılabilecek, uzun ama izlenmesi gereken filmi Heat, herhalde sinemanın başına gelen en güzel şeylerden biridir. Yaşayan en başarılı, muhtemelen ilk beş aktörden ikisi olan Robert De Niro ve Al Pacino'yu ihtiva etmesi, "şaheserlik" tanımındaki en mühim faktör elbette. Basit bir polis-hırsız kovalamacasının çok çok ilerisine geçip, sinema sektörünün önde gelen prodüksiyonlarından biri olduğu, birçok organizasyon, dergi ve eleştirmen tarafından söylenen bu filmin, çok beğenilmesinin başka sebepleri de var tabi. Bunlardan birisi, başarılı yan karakterlerle destekleniyor olması... mesela:

Tam bir işkolik olan eşinden (Polis Teğmen Vincent Hanna) gerekli ilgiyi görmeyen ve onu, istemeyerek de olsa ve hatta inadına aldatan, ilk eşinden olma büluğ çağında bir kızla baş etmeye çalışan yalnız bir kadını,

ebeveyni ayrılmış ve her ikisinden de gerekli ilgiyi göremeyen, intihar etmeye yeltenen bir kızı,

gönlünü, sonradan hırsız olduğunu anladığı birine (Neil McCauley) kaptıran, tek başına yaşayan genç bir kadını,

çete liderine (Neil McCauley) kayıtsız-şartsız biat eden ve ne olursa olsun peşinden giden fakat kumar ve alkol bağımlılığından bir türlü kurtulamayan ve bu sebeple beraber olduğu çete liderinin kız kardeşi tarafından aldatılan profesyonel  bir hırsızı,

hapishaneden çıkar-çıkmaz tekrar eski işine yani hırsızlığa dönen ve patronuna (Neil McCauley) tam bir sadakatle bağlı eski bir mahkumu,

hapishaneden şartlı tahliye ile çıkıp, bir lokantada iş bulan ve tam bir baş belası olan patronundan çok çeken genç bir adamı ve sevgilisini,

kocasından fazla ilgi göremediği için, onu bir içki satıcısı ile aldatan, tek çocuklu bir eşi.

Bu yukarıdan zikredilen karakterleri ve diğer yan rolleri canlandırması için kadroya alınan oyuncuların hepsi de kalburüstü sayılabilecek oyuncular:

Val Kilmer, Tom Sizemore, Natalie Portman, Ashley Judd, Jon Voight, Hank Azaria, Danny Trejo.



Filmi uzun-uzadıya anlatmaya gerek yok elbette, zaten her şey yazılmış. Filmin sonuna, yani De Niro ile Al Pacino'nun baş başa kalıp hesaplaştıkları anlara odaklanalım biraz ve iki ana karakterin iç seslerine kulak verelim:

Meçhul ama bir o kadar da malum sona doğru yaklaşılırken, her iki karakter de az sonra gerçekleşmesi kaçınılmaz olan düelloya hazırlanmaktadır. Polis, bir suçluyu daha kodese atma peşindedir ve son derece hırslı ve bu hırsa yenilmeyecek kadar da dikkatlidir. Hırsız, az önce otelin bir köşesinde bıraktığı sevdiceğini düşünmek şöyle dursun, onu buraya sürükleyen durumu, özgürlük uçağına varmaya ramak kalmışken, intikam ve hırsının tuzağına düşüşünü hatırlamak dahi istememektedir. Çok kısa bir zaman sonra, her iki karakter de, artık saniyeler kalan son için, en ufak bir hatayı bile kaldırmayacak derecede dikkatlerini son haddine çıkarmıştır. Polis, sanki biraz daha cüretkardır... polislik hayatı boyunca hep böyle değil miydi zaten? Her zaman öne atılan, gözünü budaktan sakınmayan, özel hayatını zindana çeviren cüretkarlıkta, cesarette ve işkoliklikte değil miydi zaten? Son derece güçlü olan altıncı hissine güveninden, siperleri bile tam manası ile kullanmamaktadır. O, av kokusu almış bir yırtıcı kaplandır artık!

Hırsız, sanki biraz daha defanstadır, biraz daha olayların karşı taraftan gelişimini beklemektedir. Kim bilir, belki de o iç hesaplaşmalar, o kıvır kıvır saçlı, taze yarin ağlamaklı hali gelmiştir aklına. Ama profesyonel biridir o, böyle kritik bir anda, böyle şeyler ancak saniyeler uçuşabilir kafasında... o yine, o eski acımasız ve işini bilen suçludur.

Derken... her iki profesyoneli tongaya düşürecek, dikkatlerini dağıtıp, belki de düello planlarını temelli değiştirecek bir gelişme olur; bir uçak hava alanına inmek üzeredir ve aniden çok güçlü ışıklar, düello alanını gündüze çevirir. Sinir bozucudur bu, "karanlık her şeye rağmen daha iyiydi, ama elden ne gelir". Planlar anında gözden geçirilir, durum tespiti yapılır, tekrar nihai hedefe kilitlenilir. Her iki kahraman da, biraz önceki konsantrasyondadır tekrar, onları için bunlar çocuk oyuncağı, bir anlık bir dikkat dağılması sadece...böyle durumlarla kaç kere karşılaştılar kim bilir?

Ancak her ikisi çok garip başka bir duygunun, daha evvel belki de tatmadıkları bir hissiyatın içindedirler: "Niye içimde, sanki bu sonmuş gibi geliyor, niye sanki çok takdir ettiğim bir meslektaşımı ve hatta hayran olduğum birini, hatta sanki kardeşimi öldürecekmişim gibi bir his var ki içimde? Çok garip... bunların yeri değil ama şimdi, önce görevimi yerine getirmeliyim... öncelikli görevim de hayatta kalmak!

Yönetmen, hafifçe müziği devreye sokar... sanki polis de tekrar devreye girmiş ve yine o eski cesur haliyle siperi bir tarafa bırakıp ileriye atılmıştır... "artık son çok yakın, tek bir siper kaldı, bunun arkasından başka bir yerde olamaz."

Hırsız yine savunmada, "bu ayak sesleri kesinlikle onun, hadi artık hamle yap!"

Polisin altıncı hissi ve tecrübeleri tek bir noktada!

Ama hayır! yine bir uçak ve uçak demek, tekrar ortalığın gündüz olması demek!

Hırsızın içini kemiren iç hesaplaşması durdurulamaz bir haldedir: "Nasıl olur da katı kuralları olan ben, aşık olabilirim, nasıl olur da sevdiğim kadını terkedecek alçaklığı gösterebilirim? Nasıl olur da özgürlüğe sadece dakikalar kalmışken, hırsıma yenik düşerim... hayır! Ben artık yaşamayı hak etmiyorum! Takdir ettiğim bu polisi öldürürsem, zaten vicdan azabından yaşayamam!" Hırsız, saliseler bile sürmeyecek bir zaman diliminde stratejisini tamamen değiştirir, saklandığı yerden çıkar.

İkisi de artık korumasızdır, ilk ateş eden mutlaka düelloyu kazanacaktır... bu rakipler öyle ıskalayacak adamlar değildir!

Her tarafı aydınlatan ışıklar bir an için polisin dikkatini dağıtır gibi olur... ki arka tarafın ışıkları, birden hedefin gölgesini ayaklarına kadar getirir.

Uçak gürültüsü giderek yaklaşır. Yönetmen müziği tamamen kaldırmıştır. Bir el ateş... işte sonun başlangıcı... ikinci el... hemen ardından üçüncü el, sonra dördüncü... bu dördüncü emniyet atışı mıydı acaba?

Polisin gözlerinde önce sarsılmaz bir bakış; "sabret, bitti sayılır, sakın dikkatini dağıtma, karşındaki tam bir profesyonel... evet bitti... fakat... bu duygular da ne... şu an seviniyor olmam gerekirdi!"

Hırsız, öldürücü noktalara gelen dört el ateşten sonra bir yere çökmüş fakat daha ölmemiştir. Uçağın sesi şimdi yok. Polis rahatlıkla hırsızın yanına doğru gitmeye başlar, artık tehlike geçti!

Çok ama çok hafif bir piyano sesi gelmeye başlar... polis, hırsıza yaklaştıkça piyanonun sesi artmaya başlar. Polis, kurbanını daha yakından görür. Yüzünde ve gözlerinde, zafer kazanmış, büyük bir hırsız ve çete reisini haklamış görev adamının gözlerinde görülmeye alışık olunan ifadeden eser yoktur.

Hırsız ölmek üzeredir, ama tuhaf bir şekilde rahat ve huzurludur; "yaptıklarımın cezasını buldum... sen, büyük adam... evet sen... yaşamayı hak ediyorsun... senin gibi birine yenilmek bir şereftir, bir onurdur benim için.... iyi ki sen kazandın kardeşim!"

Polisi garip duygular kemirmektedir; "keşke bu vurduğum adam, o eskiden vurduğum suçlular gibi olsaydı, keşke bunları hissetmeseydim.... ah kardeşim, görevimi yapmak zorundayım biliyorsun... ama, keşke bunlar hiç yaşanmasaydı, keşke biz dost olsaydık!"

Moby etkinliğini iyiden iyiye artırmaya başlamıştır... "artık senden önceki o rutin hayatıma nasıl dönerim kardeşim, benden kocaman bir parçayı alıp götürdün! Senden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Niye karşıma çıktın ki?! Keşke farklı bir şekilde karşılaşsaydık... keşke!"

Moby devam eder, birçok kötü yanı da olan "iyi" kazanmıştır... birçok iyi yanı da olan "kötü" kaybetmiştir... biraz önce uçağın geldiği gibi, bir yazı belirir: Michael Mann!