Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 3 Follow my blog with Bloglovin

30 Ekim 2014 Perşembe

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası: Bulgaristan - 3


     Bulgaristan isimli devletin evveliyatına ve günümüze bir göz gezdirdikten sonra, biraz da Bulgaristan Türklerine ve onların Türkiye'deki uzantısı olan "göçmenler"e yakından bakalım:

Bulgaristan Türkleri


     Osmanlı Devletinin 5 asıra yaklaşan Balkanlar ve Bulgaristan egemenliği, ardında pek tabi olarak derin bir iz bıraktı. Bu "iz", Balkan coğrafyasında hala yaşamaya devam eden Türk, daha doğrusu Müslüman azınlıklar eliyle kendini canlı olarak göstermektedir. Balkanların, en yüksek Türk nüfusu da Bulgaristan'dadır.

     Tarihçiler, Türk azınlığın kökeni hakkında genellikle Karaman vurgusu yaparlar. Fatih Sultan Mehmed'in, adeta "bir taşla iki kuş vurma" projesini hayata geçirmesidir bu. Bir yandan Balkan Yarımadasında kalıcı olabilmek ver dolayısıyla Hristiyan unsurları ıslah edebilmek için, kaliteli, dinini bilen ve inatçı topluluklar oralara yerleştirilirken, bir yandan da, Osmanlı'ya kök söktüren ve inatla direnen bir Beylik de tasfiye edilmiş oluyordu. Bu proje başarılı oldu ve Sünni İslam yarımadaya yayıldı. Ancak, daha Karamanoğulları buralara yerleştirilmeden evvel, Samavne Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin ve fanatiklerinin yozlaştırıcı faaliyetleri ve sonradan, buralardaki "uygun zemin"i gören Alevi ve Bektaşi (sahte olanı tabi) uzantıları, varlığını günümüze kadar sürdürecek olan heterodoks azınlığın temelini attı. Anadolu'da cereyan eden ve Celali İsyanları olarak bilinen ayaklanmalar neticesinde de, bugünkü Bulgaristan ve diğer Balkan Ülkelerine bir yerleşim olduğu da bilinmektedir. Bu Türkler, Osmanlı Devletinin bölgede zayıflamaya başlaması ile birlikte, kademeli olarak bir "geri dönüş" süreci ile karşı karşıya kaldı. Nitekim, her savaş ve önemli hadiseden sonra boşalan Osmanlı otoritesini, zulüm ve işkence ve asimilasyon ile doldurmaya çalışan etnik yapılar, Türk ve Müslüman ahali için çok ciddi bir tehdit idi ve bu da Türkleri, sürekli bir korku ve "anavatan"a dönüş psikolojisi içerisinde yaşamaya zorladı. 19. yüzyılda başlayan göç dalgaları, bilhassa 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve Balkan Savaşları akabinde kendisini şiddetli bir biçimde gösterdi. Cumhuriyet dönemi sırasında da neredeyse her on senede bir göçler yaşanmıştır. Ancak hiçbirisi, 1989'da yaşanan Büyük Göç gibi geniş çaplı değildi tabi ki.

     Bulgaristan Türklerinin, bilhassa kuzeyde ikamet edenlerinin dili, Gagavuz Türkçesi ile pek bir içli dışlıdır. Bilindiği gibi Gagavuzlar, Oğuz kökenli olup, Peçenek ve Kıpçaklarla yakın akrabadırlar. Yine bilindiği gibi, bu Gagavuz topluluğu, din olarak Ortodoks Hristiyanlığı benimsemiştir. Dolayısıyla şöyle bir neticeye varmak yanlış olmayacaktır: Alevi-Bektaşi öğreti ile yoğrulan ve Sünni İslama "soğuk" bakan Kuzey ve Kuzeydoğu Bulgaristan'daki yerleşik Türkler, ağır Arapça ve Sünni İslamla yoğrulmuş Osmanlı Türkçesi yerine, Gagavuzların dili ve haliyle dini ile içli-dışlı olmayı tercih etmişlerdir.

Göç var... yine!

     Demografik olarak, Bulgaristan'da en yoğun Türk yerleşimler, kuzey-doğudaki "Deliorman" diye bilinen yerler ve güneydeki Rodop Dağları ve bilhassa Kırcaali bölgesindedir. Bu iki ana yerleşimde ikamet eden Türkler arasında birçok farklar vardır: Mesela Razgrad-Şumnu-Silistre üçgeninde yaşayanlar, toprakların verimli, geniş ve genelde düz olması sebebiyle, daha uyumlu, daha sessiz, kafayı ziraatten başka şeylere yormayacak şekilde çalıştıran, yüksek tahsile ehemmiyet vermeyen, hile-hurda işleri fazla beceremeyen ve munis diyebileceğimiz bir karaktere haizdirler (genelleme bu tabi). Oysa güneyde, dağlık kesimde, fazla verimli ve düz arazi imkanı olmayanlar, daha cesur, ticarete yatkın, tahsil yapmaya çalışan ve girişkendir (nitekim 1989 Göçü öncesindeki isyanların tertibi ve öncülüğü buralarda yeşermiştir).

     Balkanlara has o "Slav kibri" maalesef bunlara da uğramıştır. Her konuda cehalet almış başını gidiyor. Bir milyonu aşan nüfusa kanaat önderliği yapabilecek, onlara bazı duyguları aşılayabilecek liderlerin varlığı bir yana, "cahil kibri" ile kendilerini kandırmaya devam ederler. Gelecek vizyonu olan veya geleceği düzgün okuyabilecek insan sayısı çok ama çok azdır. Onlar da, diğerlerini umursamazlığı içerisinde yitip gider.

     Ekonomik durum içler acısıdır. Özellikle Deliorman Bölgesinde işsizlik ve fakirlik göze çok çarpar. Bulgaristan'ın genel olarak cep ve "kafa" fakiri olması bunun esas müsebbibi ise, Türklerin, Bulgarlardan ve Komünist düzenden bulaşan tembelliğe "sahip çıkmaları", içki belasının yozlaştırdığı kafaların sıhhatli bir şekilde çalışmayı reddetmesi ve yine Bulgarlardan bulaşan gereksiz kibir ve gurur gibi faktörler de çok etkilidir. Bunun istisnası ise, 1989 yılındaki göç esnasında, Türkiye'ye geliş ve yerleşim sırasında tabiri caizse "sıkıyı gören"lerin, tekrar Bulgaristan'a dönmelerinden sonra işlerine daha iyi sahip çıkmalarıdır. Ancak bu durum hepsi için geçerli değil elbette.

     Gelelim Bulgaristan Türklerinin dini hayatlarına: Türkleri, ekonomik olarak "fakir" statüsüne sokacaksak, dini hayatları için "fasfakir" ifadesini kullanmamız gerekecektir herhalde! İslamiyet, neredeyse tamamen kulaktan dolma bir efsaneler yumağından ibarettir onlar için! Günlük rutin hayatta, herhangi bir dini emare bulmak çok zordur.... erkek çocukların "sünnet olması" dışında, Bu boşluğun belli başlı üç sebebi olabilir: 1. Manevi değerleri tamamen yıkıcı Komünist diktatörlük. 2. İçki iptilası. 3. Alevi, Bektaşi nüfusun çokluğu ve Sünnilerle münasebetinin yoğunluğu. Demokrasiye geçiş ile birlikte, tekrar bir "maneviyat"a dönüş çabası dikkat çekse de, beraberinde sahte tarikatçılık ve bol Körfez sermayesi eşiliğinde Selefilik tehlikelerini de getiriyor.

     İlk yazıda da değindiğimiz gibi, Bulgaristan'daki Sovyet güdümlü Komünist idarenin, Türkleri planlı olarak asimile etme çabaları, SSCB'nin ele-güne rezil olup, peyklerini besleyemez duruma gelmesi ve diğer sayılan sebeplerle birlikte başarılı olamayınca, 1989 yılının ortalarına doğru başlayan bir göç dalgası yaşandı ve 300 binin üzerinde bir Türk nüfus, "anavatan" olarak gördükleri Türkiye'ye yerleşmeye başladı.

Bulgaristan Göçmenleri


     Günümüzde, "Bulgaristan Göçmenleri" tabiri kullanıldığında, genel manada, 1989 yılındaki Büyük Göç sonrasında Türkiye'ye gelenler anlaşılır. Bu göç, çabucak alınan bir karar akabinde, çok hızlı bir şekilde uygulamaya konuldu. Bu hız birçok aileyi hazırlıksız yakaladığından, binlercesi tam olarak hazırlanamadan ve gerekli tedbirleri alamadan yola çıktı. Bir yandan senelerce hasreti çekilen, yolu gözlenen, yaşlıların gözünü yaşartan ve çeşitli -artık efsane haline gelmiş- hikayelerin odak noktası olmuş "anavatana dönüş" kavramının sebep olduğu hadsiz heyecan, bir yandan, hen  ne kadar anavatan da olsa, yabancı ve hiç bilinmedik bir yere gidilecek olmanın verdiği tedirginlik, bir yandan da, "acaba sınır kapanır mı" korkusu, insanları karmakarışık duygular ve acele alınan kararlara itti. Daha da kötüsü, çoğu aile parçalandı. Yola dayanamayacak olan yaşlılarla vedalaşmak (hakikaten bir daha görüşmemecesine hem de) zorunda kalanlar oldu, Arabaya çok fazla eşya konulması sebebi ile, aile fertlerinden bir kısmı trenlere bindirildi. Özellikle kuzey bölgelerden gelecek olanlar, çok uzun araç kuyrukları ve konvoylarla ta sınıra kadar gitmek mecburiyetinde kaldı. Kapalı ve dışarı ile bağlantısı sadece SSCB ve uydularından ibaret olan bir topluluk için, bu gayet ciddi bir travma ve tecrübe demektir.

Bulgarların "Büyük Seyahat"
dedikleri 89 Göçü
     89 senesinin yaz ayları çok yoğun bir göçe sahne oldu. Neredeyse 300 bin insan, Türkiye'ye giriş yaptı. Türkiye Devleti, belirli yerleşim bölgeleri hazırladı ve gelenler, akrabalarının yanına gitmek veya devletin belirlediği yerlere gitmek isteyenler için iki seçenek sundu. Ana yerleşim yerleri ise, İstanbul, Ankara ve Bursa oldu. Devletin gösterdiği yerlere yerleşenler, gerçekten ciddi sayılabilecek yardım gördüler. Kiraların ödenmesinden, kamu pozisyonlarına yerleştirmeye, her türlü temel gıda maddelerinin temininden, okul kayıtlarına kadar, hemen hemen her ayrıntı düşünüldü. Hatta, lise son çağlarında gelmiş olan "şanslılar" istedikleri üniversite bölümlerine girme fırsatı yakaladılar. Böylece, ziraat mühendisi olamayacak olanlar, tıp, mühendislik gibi "kallavi" bölümlerde okudu.

     Ancak, bütün bu yardım ve yol göstermelere rağmen, bir dereceye kadar "nimetin kıymetini bilmemek" veya en azından "uyum sağlayamamak" olarak değerlendirilebilecek nedenlerle, gelen nüfusun neredeyse yarısı (150 bin civarında) Bulgaristan'a geri döndü. Görünürdeki bahane ise hazırdı; Bulgaristan'daki rejimin çökmesi ve belli ölçüde Türklere özgürlük vermesi.

     Türkiye'de kalanlar, işlerine gerçekten dört elle sarıldı ve kısa zamanda maddi olarak toparlandılar. Burada enteresan olan nokta şu: Bulgaristan'daki muhit ve yetiştiriliş tarzı olarak, pek de "çalışkan" sayılmayacak insanlar, nasıl oldu da burada birer "atom karınca"ya dönüştüler? Bu konuda, belli başlı birkaç ana faktör sayılabilir belki: 1. Kapalı ve homojen sayılabilecek bir yapıdan çıkıp, karışık ve çok unsurlu bir ortama girmenin ve anavatan" olarak gördükleri topraklara intibak etmekte bir şekilde zorlanmalarının vermiş olduğu tedirginliğin ve hem göç öncesinde hem de göç sonrasında yaşanan şok ve travmaların sebebiyet verdiği korku ve bu korkunun neticesi olan "var olma" ve "ayakta kalma" azmi ve mücadelesi. 2. Serbest bir düzende, "sıkı" ve dürüst çalışanların maddi olarak "tırmanabilme" ve hatta "zengin olabilme" ihtimalinin yüksek olması. 3. Bulaşıcı Slav kibrinin kendini "Avrupalı" addedip, Türkiye'deki yerleşik millet ve toplulukları (mesela Kürtleri) beğenmemesi, onlardan kendini üstün görmesi ve onları maddi olarak "sürklase" etmek istemesi! 4. Neredeyse her şeylerini geride bırakmanın ve genel itibarıyla fakir olarak gelmelerinin stresi ve bu stresten bir an önce (toprak ve mülk sahibi olarak) kurtulma çabası.

     Gelelim bazı özelliklerine:

- İçine kapanık ve dışarıya fazla açılmayan bir yaşam tarzını benimserler (gerçi bu son senelerde biraz değişmeye başladı). Kendi "komün"lerinde kendileri gibi olanlarla takılırlar ve "yerliler" olarak tabir ettikleri insanlara yukarıdan bakıp, onlarla fazla içli-dışlı olmak istemezler.

- Çalışkandırlar ama buna daha önce değinmiştik.

- Maddiyatı severler ve maddiyatla övünmeyi de severler.

- Genel olarak yerleşik Türkleri (Kürtleri hiç saymıyorum bile) küçümserler ve onlardan daha akıllı ve mantıklı olduklarını iddia ederler.

- Tahsil seviyesi pek yüksek değildir ama düşük de değildir. Lise mezunları ağırlıktadır. Bunun yanında, bilhassa ilk nesil göçmenler genelde kitap okumaz ve kendi belirledikleri kalıpların dışına çıkmak istemez.

- Siyasi görüşleri genelde "ulusalcı" olarak tabir edilebilecek bir "Milliyetçilik" ve "Vatanseverlik"tir. Yani İslami ayağı pek olmayan ama vatanına bağlı diyebileceğimiz şekilde. Bu milliyetçilikte de, herhangi bir yerli CHP'li ile rahatça yarışır hatta onu geçerler! Sünni İslam öcü gibidir çoğu için.

- Cimri veya en azından aşırı tutumludurlar. Bu cimrilik neredeyse irsidir. Bunu da şu şekilde açıklamak mümkün: Bilhassa 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrasında, sürekli bir asimilasyon ve ötekileştirilme korkusu, kendini "anavatan"a atma çabasını doğurmuştur. Bu çaba ve emeller için ise para ve maddiyat lazımdır. Düzenin kendisi de yeterli para vermeyince, en azından "eli sıkı" olmak zorundasındır.

- Aile hayatında kadınlar biraz daha baskındır ve tabiri caizse "dizginleri ellerinde bulundururlar". Mühim kararları alırlar ve yürürlüğe koyarlar.

- Ha, bir de en son... "Bulgar Göçmeni" dedin miydi feci kızarlar... ona göre!

1 yorum :

Yorumunuz için teşekkürler! Hakaret küfür olmazsa ne kaa guzel olur!